Ulusal Sorun ve Marksizm

Ulusal Sorun ve Marksizm

Ulusal sorun ya da ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı komünist hareketin gündemine Lenin döneminde ya da emperyalizm çağında girmemiştir. Marx ve Engels önderliğindeki komünistler daha 1865′te her ulusun kendi kaderini tayin hakkını tanıyan maddeyi Birinci Enternasyonal programına eklemişlerdi. Özellikle de Marx, Birinci Enternasyonal’de, ulusları reddeden ileri kapitalist ülkelere mensup devrimcilere karşı kesin bir tavır almış, uluslar ve ulus-devletler (kapitalizm) var olduğu müddetçe her ulusa kendi yolunu seçme hakkını tanımamanın “büyük” (Lenin’in de dediği gibi, yalnızca uyguladıkları baskı bakımından “büyük” olan) uluslara bildiklerini okuma hakkı tanımak anlamına geldiğine dikkat çekmişti.

Ulusal sorun tarihte çeşitli aşamalardan geçmiştir. Bu nedenle, yüzeysel bir bakışla, Marx-Engels dönemindeki ulusal sorun anlayışıyla Lenin dönemindeki ulusal sorun anlayışı arasında bir tutarsızlık olduğu düşünülebilir. Oysa bu üç büyük devrimcinin bakış açılarını ve yöntemlerinin özünü kavrarsak bu sorun ortadan kalkar.

Marx ve Engels’in, dolayısıyla da Lenin’in ulusal sorun konusundaki görüşlerini ve bu görüşlerin gelişim çizgisini anlayabilmek için şu ayrımı daha baştan, net bir şekilde yapmak zorundayız: Ulus-devletlerin dünya çapında yeni yeni kurulmakta olduğu ve burjuvazinin eski üretim ilişkilerine karşı devrimci ya da ilerici –üstelik özellikle de 1848′den sonra, kendi amaç ve niyetlerinden bağımsız olarak ilerici– bir misyon üstlendiği kapitalizmin gelişme döneminde ulusal sorun ayrıdır; burjuvazinin dünya üzerinde hâkimiyeti ele geçirdiği, dünyanın emperyalist güçler tarafından sömürgeler ve nüfuz alanları temelinde paylaşıldığı ve kendi ulus-devletini kuran bir ulusun başka bir ulusu bu haktan mahrum etmek suretiyle boyunduruk altında tuttuğu, yani meselenin artık bir burjuva ulusun eski rejimi karşısına alması sorunu değil, proletaryanın burjuva ulusu karşısına alması sorunu olduğu emperyalizm dönemindeki ulusal sorun ayrıdır. Yazının kapsamı gereği biz bu ilk dönemden ziyade, Kürt sorunu bağlamında, içinde bulunduğumuz emperyalizm çağındaki ulusal soruna değineceğiz.

Aslında Marksizmin ulusal sorun konusundaki yaklaşımının kafa karışıklığı yaratmasının kökeninde, çelişkili gibi görünse de, enternasyonalist bir ideoloji olması yatmaktadır. Komünist Manifesto‘dan ve dahası ilk Marksist klasiklerden bu yana bilimsel sosyalizmin enternasyonalist niteliği açıkça ortaya konmuştur. Ulusların burjuva çağa ait kategoriler olduğu ve dolayısıyla ulus-devletlerin bir ulusal pazara ihtiyaç duyan burjuvazinin sınıfsal bakış açısını ve ihtiyaçlarını yansıttığı gerçeğinden hareketle, komünistlerin hangi ülkede olursa olsun mücadelelerini ulusal dargörüşlülükle sınırlamamaları ve bu ideolojiye (milliyetçilik, ulusalcılık ya da yurtseverlik) karşı savaşmaları gerektiği benimsenmiştir. Ulus örgütlenmesi ve ulus-devlet, feodal toplumun dağınıklığı ve yerelliğine karşı ileri bir adım olsa da, sosyalistler için ancak biçimsel anlamda bir öneme sahiptir, yani mücadelenin ana ekseninde belli ulusal sınırlar dâhilinde kendini örgütlemiş bir burjuvazi vardır.

Fakat bu biçim belirleyici değildir, zira ulusal burjuvazi kendinden menkul bir sınıf değil, evrensel bir sınıf olan uluslararası burjuvazinin yalnızca bir parçasıdır. Marksizm açısından toplumdaki esas ayrım sınıflar arasındadır; işçiler arasındaki ulusal, etnik, dini, kültürel vs. farklılıklar uzlaşmaz karşıtlıklar yaratmaz, eşitsizliklerin ve ayrımcılığın olmadığı bir toplumda bu farklılıklar sorun olmaktan çıkar. Ne var ki esas ayrım olan sınıfsal bölünmeyi gizlemek için türlü türlü yola başvuran burjuvazinin yönetiminde bunlar birer çatışma aracına dönüşmektedir.

Ulusal ayrımlar özelinde esas sorun buradan kaynaklanmaktadır. Yurt(severlik), ulus ya da millet gibi kavramların burjuva kavramlar olduğu, ekonomik ilişkilerden beslenen bu kavramlarla hesaplaşmadığı müddetçe işçi sınıfının kendi iktidarını kurmaya ilerlemeyeceği iddiası ile ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (UKKTH) nasıl uzlaştırılabilir? Burada haklı olarak Marksizmin enternasyonalist özüne vurgu yapılacaktır: “Enternasyonalizm yurtseverlikle, ulus ve ulus-devlet kavramlarıyla çelişir. Marx ve Engels bunu Manifesto‘da ‘İşçilerin vatanı yoktur’ diye ifade etmişlerdir, üstelik o dönemde ulus-devlet tarihsel açıdan hâlâ mutlak bir ilericiliğe sahipti.” Buradan hareketle, geçmişte birçok Marksist ulusal taleplerin enternasyonalizmle bağdaşmayacağını ileri sürmüş, bu sorunun kapitalizm altında çözülemeyeceğini, sosyalizmdeyse böyle bir sorunun olmayacağını dile getirmiştir.

Ne var ki enternasyonalizmin yanı sıra, ya da daha doğru bir tabirle, onun ayrılmaz bir parçası olarak, sömürge (ya da ezilen ulus) konumunda tutulan ve sınıfsal sömürünün dışında ulusal bir ezilmişliğin de mağduru olan halk kitlelerinin talepleri Marksist hareketin gündemini her zaman meşgul etmiştir.

Öncelikle şunu vurgulamakta fayda var: Bugün devrimci hareketteki ulusal yozlaşmışlığı bir kenara bırakacak olursak, buraya kadar sıralanan doğru görüşler, Marksizmin ortaya çıktığı dönemde işçi hareketinin genelinde sorgulanmayan fikirlerdi. Örneğin şimdiki milliyetçi anarşistleri bir kenara koyacak olursak, anarşizmin de geçmişte kabul ettiği ve ısrarla savunduğu doğrulardı bunlar. Hattâ biz bir adım daha ileriye giderek şunu söyleyebiliriz ki bu sınırlı enternasyonalizm bu kadarıyla bırakıldığında düpedüz anarşizmdir, zira yukarıda ifade edilen görüşler doğru olmakla birlikte, meselenin yalnızca tek bir yönünü öne çıkarmaktadır. Oysa Marksistlerin ulusal sorununun olmaması, ne ulus ya da ulus-devlet diye tarihsel açıdan görece ilerici bir olgunun varlığını ne de kitlelerin böyle bir sorunu olduğu gerçeğini ortadan kaldırır.

Marksizmin önderlerinin ulusal sorun konusundaki aşırı sol yaklaşıma karşı tavırları her zaman net olmuştu. Bunun kökeninde enternasyonalizmi ulusların zor yoluyla sağlanmış birlikteliği olarak değil, gönüllü ve kaynaşmış birlikteliği olarak görmeleri yatıyordu. Ulusal boyunduruğu atmak için ayağa kalkmış bir halkı sosyalizmle teselli etmek tümüyle yanlıştı. Marx daha 1866′da Engels’e yazdığı mektubunda, ulusların mevcut toplumun bir gerçekliği olduğuna ve aralarında eşitsiz bir ilişki içinde olduğuna dikkat çekerek, Birinci Enternasyonal’in içinde UKKTH’yi tanımayan Fransız sosyalistlerinin, “kendileri toplumsal devrimi gerçekleştirmeye hazır olana kadar diğer bütün ülkelerde tarihi durdurmaya ve tüm dünyayı beklemeye almaya” çalıştıklarına işaret etmiş ve bu tutumu şiddetle eleştirmişti.[1] Nitekim Lenin de “ezilen ulusların kurtuluşunu genel, uzun laflarla geçiştirip sosyalizmle teselli etme” tutumuna karşı çıkmış ve bu sorunu “açık ve tam formüle edilmiş bir siyasi programla” çözmek gerektiğini belirtmişti.[2]

Ulusların siyasi kimlikler olduğunu, kapitalist üretim ilişkilerinin en değişmez ifadesi olduğunu söylemek, bu olguyu aşabilmek için siyasi bir eylemin gerekli olduğu anlamına gelir. Marksistlerin ulusal sorununun olmaması kitlelerin ulusal sorununun –bilinçlerinde değil, somut gerçeklikte– olmayacağı anlamına gelmez. Örneğin Türk kimliği siyasi bir kimlikse, bunu aşabilmek için yine siyasi bir eylemde bulunmak gerekir. Bu nedenle ulusal sorun Marksist yazındaolumsuz bir görev olarak nitelendirilmiştir: Ulusal baskıya, sömürgeciliğe, ezen ulus konumundaki burjuva devletinekarşı çıkmak anlamında olumsuz bir görevdir. Yani Marksistler hiçbir ulusa kesin bir vaatle gitmezler, her şeyden önce ezen ulusa karşı çıkacaklarını, ezen ulusun sömürgeciliğine karşı mutlak bir tavır alacaklarını dile getirirler. Ezen ulusun komünistleri[3] olarak ezilen ulusa mensup bir işçi ve emekçiye kendisini ve bizi ezen burjuvalarla ortak yanımızın olmadığını sözle değil, ancak eylemle gösterebiliriz. Aksi takdirde komünistlerin boş vaatlerle gelip giden ve bu sayede statükonun devamını sağlayan burjuva hükümetlerinden hiçbir farkı kalmaz. UKKTH’nin anlamı burada saklıdır.

Yaşadığı ulusal baskılardan ötürü ulus kategorileriyle (Türk-Kürt) düşündüğünden Türkiye’deki komünistleri de ulusal baskıya ortak gören bir Kürt işçiye aslında aynı düşmana karşı mücadele ettiğimizi ancak eylemle, yani Türk devletine karşı durarak, propaganda araçlarımızı TC’ye yönelterek gösterebiliriz. Bu da hiçbir kayıt koymadan ulusal baskıya, ezilen ulusa uygulanan şiddete karşı çıkarak, kendi yolunu çizme hakkını savunarak olabilir. Herhangi bir ulusal harekete “ancak sosyalist olursan desteklerim” demek sosyalizme kadar ulusal baskının devam etmesi anlamına gelir. Oysa bu sorun özü bakımından burjuva-demokratik kapsamdadır ve sosyalizme havale edilmesine gerek kalmadan bu düzen altında da çözülebilir.

Ulus ya da ulus-devlet bir olgudur, biz istediğimiz için ortadan kalkacak bir hayal ürünü, ya da “ideolojik inşa”dan ibaret değildir. Ancak siyasi bir eylemde bulunarak onunla savaşabiliriz. İşçilerle burjuvaları, ezilenlerle ezenleri aynı torbanın içine koyan burjuva ideolojisini ancak siyasi mücadele yürüterek reddedebiliriz. İşçi sınıfı “kendi” burjuvazisi tarafından ezilen uluslara uygulanan baskıya karşı çıkarak, onların özgürlüklerini tanıyarak ve bu uğurda mücadele ederek bu ilişkiye ortak olmadığını, ezilen ulusun işçi ve emekçileriyle aynı davaya bağlı olduğunu gösterebilir. Aksi takdirde enternasyonalizm ilkesi boş bir laf olarak kalır.

Bu anlamda Marksistlerin programı ezilen ulusa destek vermekten önce, ezen ulusa karşı çıkmak üzerinden şekillenir. UKKTH kayıtsız şartsız tanınması gereken bir haktır, verili ulusal hareketten bağımsız olarak, ezen ulusun (ezen devletin) niteliği dikkate alınarak şekillendirilmiş bir ilkedir. Fakat bunun dışında, Lenin’in de dediği gibi, “her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği, baskıya karşı yönelmiş olan genel bir demokratik içerik taşır ve ulusal ayrıcalıklar sağlama eğiliminden kesin olarak ayırt ederek kayıtsız şartsız desteklediğimiz işte bu içeriktir.”[4]

Bir defa, komünistler olarak herhangi bir ulusal kurtuluş hareketini desteklememiz için komünist olmasının şart olmadığını söylememiz gerek. Fakat UKKTH’yi vicdan azabı çeken komünistlerin bir rahatlama aracı olarak görmek de yanlıştır. Kesin bir şekilde koymak gerekirse, ezilen ulusun özgürlüğüne kavuşması ezen ulus işçi sınıfının ve devrimcilerinin dolaylı değil, doğrudan yararınadır. İşçi sınıfı ne tutarlı enternasyonalizmi ne de kendisini esaret altında tutan burjuvazinin milliyetçiliğine karşı savaşmayı kitaplardan öğrenebilir.

Fakat mesele yalnızca işçi sınıfına enternasyonalizmi belletme meselesi değildir. Başka bir ulusu boyunduruk altında tutan bir ulusun özgürleşemeyeceği gerçeği bir tarafa, dışarıda (ya da iç sömürge olarak, içeride) başka ulusları ezen bir devlet bunun verdiği güvenle içeride “kendi” işçi ve emekçilerine karşı baskıyı, anti-demokratik uygulamaları daha da arttırır. Örneğin bugün Kürt halkı üzerindeki baskı nedeniyle Türkiye’de gericilik güçlenmekte, anti-demokratik uygulamalar artmaktadır. Keza tersinden bakıldığında, sömürgelerine ya da baskı altında tuttuğu uluslara karşı aciz kalan bir devlet zayıflar, çürüyen bir beden gibi pis kokularını etrafa saçar ve bu kokular kitlelerde tepki uyandırır. Sömürgelerini kaybeden Fransa’daki ’68 hareketi bunun en güzel, en heyecan verici örneğidir.

Elbette bu noktada ezen ulus ile ezilen ulus kavramlarını ve bu ikisi arasındaki ayrımları netleştirmek gerekiyor. Stalinizmin özellikle de Soğuk Savaş döneminde kapitalist ülkelere karşı ittifak arayışı içinde epey bir çarpıttığı ve sonu üçüncü dünyacılığa kadar varan Marksizm dışı görüşlerinin aksine, ezilen ulus derken kastedilen ulus-devletini kurmuş olmasına karşın emperyalist hiyerarşide ve uluslararası kapitalist rekabette geri kalmış, kendinden güçlü devletlere karşı tutunamayan ve bu nedenle ekonomik bağımlılığı had safhaya çıkan ulus değildir. Kapitalizm altında ekonomik bağımsızlık olanaksızdır. Kapitalizmin kendisi uluslar arasındaki karşılıklı ekonomik bağımlılığın en yüksek aşamasıdır.Değil tek ülkede sosyalizm, tek ülkede kapitalizm de olmaz. Bu nedenle “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı yalnızca siyasi anlamda bağımsızlık hakkı, ezen ulustan siyasi olarak ayrılma özgürlüğü hakkı demektir.” [5]

Ulusal sorun özünde burjuva-demokratik bir sorundur, dolayısıyla ayrı bir ulus-devlet kurma hakkı burjuva düzenin sınırları içinde gerçekleştirilebilecek bir hedeftir. Yani ne ezilen ulus derken emperyalist rekabette geri kalmış olmayı ne de ulusal sorun ya da ezilen ulusun bağımsızlığına kavuşması derken kapitalizm denizi içinde ekonomik açıdan bağımsız bir ülke ekonomisinin (adacığın) inşasını anlıyoruz.

Elbette Marksistler diğer koşullar uygun olduğunda merkezî-büyük devletlerden yanadır. Burjuva üretim ilişkilerinin yerelliği parçalayıcı, evrenselleştirici yapısı yerel ya da bölgesel dargörüşlülük karşısında mutlak bir ilericiliğe sahiptir. Merkezî-büyük devletler altında, tıpkı büyük bir toprak parçası üzerinde yapılan üretimde olduğu gibi, hem üretim araçları daha hızlı ve kapsamlı bir gelişim yaşar hem de proletarya daha merkezî, birleşik bir kuvvet haline gelip güçlü bir mücadele yürütebilir. Dahası merkezî-büyük devletler –yani gönüllü birliktelik ya da asimilasyon sonucu kurulmuş merkezî-büyük devletler– ulusların birlikteliğine giden yolda da önemli bir adımdır.

Ne var ki bu tespit diğer şartlardan bağımsız ele alınamaz. Özellikle de emperyalizm çağında, yani üretim araçlarının evrensel olarak sosyalizmin maddi zeminini oluşturacak kadar, hattâ misli misli geliştiği koşullar altında, proletarya merkezî-büyük devletler sorununa her şeyden önce sınıf mücadelesinin birliği noktasından yaklaşır. Bu demektir ki gönüllü birlikteliğin olmadığı bir durumda merkezî-büyük devlet, emekçi sınıfın birliğini sağlayacak yararlı bir araç olmaktan çıkar, onun önünde bir engel haline gelir. Bu durumda merkezî-büyük devlet sorununa karışla toprak hesabı yaparak yaklaşamayacak olan proletaryanın büyük devletlerden yana bir çıkarı olamaz. Böylesi bir bağlam içinde yarar zarara, kolaylık engele dönüşür.

Burjuva ulus-devletin sınırları birleşik, yani enternasyonalist mücadelenin (bu da demektir ki enternasyonal bir dünya partisinin) önünde engel değildir. İstanbul’la Artvin arasındaki farkın İstanbul’la Londra ya da Diyarbakır arasındaki farktan bir uçurumla ayrılmadığı bir gerçektir. Enternasyonalizmi amaçlayan proletarya, ezilen ve sınıfsal baskı dışında ulusal baskıya ve aşağılamaya da maruz kalan Kürt proletaryasının mensubu olduğu ezilen ulusun siyasi ayrılma hakkını tanır. UKKTH bu tutumda cisimleşir. Marksizmin yukarıda sıralanan enternasyonalist ilkelerini ancak UKKTH’yle tutarlı bir enternasyonalizme dönüştürebiliriz. Enternasyonalizmin burjuva kavranışıyla proleter kavranışı arasındaki fark budur.

* * *

Bu genel teorik çerçevenin konuyla bağlantısını kuracak olursak, bugün “Kürdüm” demenin tarihsel bir meşruiyeti olduğu kolaylıkla anlaşılır. Ezen ulus milliyetçiliğiyle ezilen ulus milliyetçiliği arasında ayrım yapmak şarttır. Bu durum ezilen ulusun milliyetçiliğine teori-düşünce düzeyinde tavizler verileceği anlamına gelmez. Tarihsel açıdan milliyetçilik ve ulus-devlet miadını doldurmuştur, fakat bu gerçekten yola çıkarak, eşitsizliklerle malûl bir sistem olan kapitalizmin çözümsüz bırakıp bu döneme kadar taşıdığı aşamaların üzerinden atlayamayız. Komünistler bu aşamaları atlayarak değil, mücadeleyi belirli taleplerle sınırlandırmadan, sosyalist devrimin bir parçası olarak geçerken çözmeyi savunurlar. Dahası bu programa kazanamadığı ezilen uluslara kendi beceriksizliklerinin üstünü örten ertelemeci bir tutumla değil, kendi kaderini tayin hakkını tanıyarak yaklaşırlar.

Ezilen ulus sıfatıyla Kürt olmanın tarihsel meşruiyeti varken; ulus-devletini kurmuş, içeride “kendi” işçilerini ve boyunduruk altında tuttuğu başka bir ulusu ezen TC devletini ifade eden bir sıfat olarak Türklük apayrı bir yere sahiptir. Bir defa, Kürt-Türk derken ya da genel olarak uluslardan bahsederken, meselenin bir uyruk sorunu olmadığını, Türk ve Kürt sıfatının siyasi bir kimliği ifade ettiğini söylemek gerekiyor.

Ulus kategorisi tarihsel olarak inşa edilmiş, yapay ve dolayısıyla tarihsel açıdan sınırlı bir niteliğe sahiptir. Ne var ki ulus bir ideolojik inşa olmanın çok ötesindedir. Sınıflı toplumların başından beri “ülkeler” olmakla beraber, ulus kategorisi kapitalizm çağına özgü bir kavramdır ve esasen burjuvazinin sınırları, düzeni ve işleyişi belli pazarlar oluşturma ihtiyacının bir ürünüdür. Troçki’nin de belirttiği üzere, ulusal birliktelik duygusu ya da ulusal bağlar insanlar köylerinde ya da kasabalarında birbirlerinden yalıtık halde yaşarken hissedilmiyordu. Fakat burjuva üretim tarzı ilerledikçe, köyü köye, kasabayı kente bağladıkça, bunun girdabına çekilen insanlar da ortak bir dile –yani maddi ve manevi ilişkilerdeki bu büyük yardımcı vasıtaya– değer vermeyi öğrendiler. Dolayısıyla kapitalizm her şeyden önce kendisini ulusal temelde göstermiş ve güçlü ulusal hareketler doğurmuştur.[6]

Fakat bu bağlar ulusal sınırlar içinde burjuvaziyle proletarya arasında sınıfsal bölünme, ulusal sınırların ötesindeyse farklı ulusların proleterleri arasında sınıfsal açıdan çıkar birliği olduğu gerçeğini değiştirmez. Marksizmin kurucularının, “İşçilerin vatanı yoktur” derken kastettikleri buydu. Yani Türklüğün siyasi, sınıfsal bir anlamı vardır. Türk kimliği Türkiye’deki işçi-burjuva ayrımını gölgeleyen sınıfsal (burjuva) bir ideolojidir. İşçi sınıfı bunun karşısına (yanına değil) kendi ideolojisi olan komünist kimliğini ve onun ayrılmaz bir parçası olan proleter enternasyonalizmini koymalıdır.

Dahası Türklük ezen ulusun bir parçası olduğunu kabul etmek demektir. Kürt kimliğiyse bu zorbaca ilişkiye karşı gösterilen başlangıç bilincidir. Yani ezen ulusun milliyetçiliğiyle ezilen ulusun milliyetçiliği, ezen ulus milliyetçiliğinin gerici niteliğiyle ezilen ulus milliyetçiliğinin tarihsel meşruiyeti arasında ayrım yapmak şarttır. Fakat ulusal hareketlerin tarihsel meşruiyetini tanımanın milliyetçilik savunusuna dönüşmesini engellemek için, “bu tutum söz konusu hareketlerdeki ilerici öğelerle sınırlı olmalıdır, böylece proleter bilincini muğlâklaştıran burjuva ideolojisine dönüşmesinin önüne geçilmiş olur.”[7] Başka bir deyişle, Kürtlüğün sınırlı ilerici niteliğini tanımak, onunla yetinmeyi meşrulaştırmaz.

Ulusal hareketin bu tarihsel niteliği ve komünistlerin tarihsel görevi kavrandığında sorun bir çelişki olmaktan çıkar. Bir defa, ulusal harekete boyundan büyük anlamlar yüklememek gerekir. Ulusal hareketin asli niteliği (burjuva-demokratik) ayrıdır, “içerideki” ve “dışarıdaki” komünistlerin bu mücadeleyi yarı yolda bırakmadan, ezilen ulusun emekçilerinin tüm taleplerinin gerçekleşmesi amacıyla mücadeleyi genişletmek ve ilerletmek için verdikleri çaba ayrıdır. Bunları birleştirmek komünistlerin görevidir. Fakat komünistler bu birlikteliği sağlayamadıkları takdirde ya da sağlayamadıkları için demokratik talepler meşruiyetini yitirmez. Komünistler bekledikleri olmayınca ulusal harekete “küsmek” ya da hareketi küçük ve yetersiz görmek gibi bir yaklaşıma girmezler. Bir ulusal hareketin meşruiyeti burjuva-demokratik kapsamı aşmadığı ya da burjuva partileriyle ittifak yaptığı için kaybolmaz. Komünistler verili bir ulusal hareketten bağımsız olarak, her halkın kendi kaderini tayin hakkını tanırlar, fakat hangisine destek verip hangisine vermeyecekleri somut koşullara bağlıdır. Komünistler burada da burjuva partilerine karşı yaklaşımlarını muhafaza ederler.

UKKTH ile enternasyonalizm, ulusal kurtuluş ile toplumsal devrim (işçi devrimi) hedefleri çelişmez. Önüne işçi devrimi hedefini koymuş komünistlerin azami ve asgari taleplerinin olmasında bir yanlışlık yoktur. Yanlışlık İkinci Enternasyonal partilerinin ve onun birçok anlamda mirasçısı olan Stalinistlerin yaptığı gibi bu ikisini birbirinden ayırmak, asgariye kapılıp azami hedefi başka bahara ertelemektir.

Bolşevik anlayış açısından asgari taleplerle azami talepler organik bir bütün oluşturur, bu ikisi birbirinden ayrılamaz. Demokrasi mücadelesi vermeyen işçi sınıfı devrime ilerleyemez, sosyalizmi benimsemeden de tutarlı bir demokrasi mücadelesi verilemez. Bu yalnızca Kürt sorunu ya da ulusal sorun konusunda değil, işçi sınıfının ekonomik (burjuva siyasal) mücadeleleri, kadın sorunu yahut ırkçılık sorunu için de geçerlidir.

Örneğin toplumdaki bütün sorunlara çözüm önerisiyle ortaya çıkmış proleter ideolojisi olan Marksizm ile burjuva ideolojisi olan feminizmi birleştirmeye çalışan reformistlerin aksine, devrimci Marksistler kadın sorununun özündesınıfsal bir sorun olduğunu bilirler, bunun ancak işçi iktidarıyla birlikte gerçekten çözüm yoluna gireceğini ve sınıfsız toplum olan sosyalizmde çözüleceğini bilirler. Fakat buradan hareketle sorunu sosyalizme havale etmezler. Kadın olduğu için türlü türlü ayrımcılığa maruz kalan, evde kocasından dayak yiyen, eve kapatılan, bönleştirici ev işlerine mahkûm edilen, işyerinde çeşitli tacizlere uğrayan kadınları sosyalizmle teselli etmezler. Kadın sorununu ayrı (bağımsız değil, ayrı) bir sorun olarak tanır, işçi sınıfını “erkekler de eziliyor sonuçta” psikolojisinden kurtarıp, bugünden başlayarakbu sorunun yaşadığımız düzende çözülebilir (burjuva-demokratik kapsamdaki) kısımları için mücadeleye girişirler.[8]

Aynısı siyahlara yapılan ayrımcılık için de geçerlidir. Bu sorunun sınıflı toplumlarda derin kökleri olduğu doğrudur, fakat buradan hareketle meseleyi sosyalizme ertelemeden ırkçılığa karşı bugünden savaşmak gerekir. Bolşevik-Leninistlerin devrimci geleneği burjuva pasifizmine değil, “linç edilen her bir kişi için on-yirmi linççiyi linç etmeliyiz” diyen Troçki’ye dayanır.

Dolayısıyla ulusal sorunda devrimci görevlerle demokratik görevlerin yan yana getirilişi ne istisnai bir örnektir ne de bir tutarsızlık içermektedir. Tutarsızlık enternasyonalizmle UKKTH’nin yan yana getirilişinde değil, kapitalizmin eşitsiz doğasındadır. Kapitalizm bir gerçekliktir ve bu gerçekliğin en önemli parçası da çeşitli eşitsizliklerdir. Onun varlığını inkâr edemeyiz, ancak işleyiş dinamiklerini anlayıp ortadan kaldırmak için savaşabiliriz.

Ulusal sorunun meşruiyetine zerrece gölge düşürmeksizin, yirmibirinci yüzyılda bu sorunun geçmişten kalan, çözülmeden bırakılmış bir anakronizm, bir tarihsel hata olduğunu söylemek mümkündür. Fakat esasen ondokuzuncu yüzyıla ve yirminci yüzyıl başına ait olan ulusal sorunun günümüze kadar sarkmış olması bu sorunun üzerinden atlamayı değil, “günümüzün” sorunlarıyla birleştirmeyi gerektiriyor. Yani ulusal sorunun hangi sınıfın önderliğinde ve çıkarları uyarınca çözüleceği önemsiz değildir. Yanlış olan, ulusal sorun biz komünistlerin bildiği yoldan çözülene kadar durmak ve ertelemeci bir tutum takınmaktır. Bu noktada da işçi sınıfının bağımsız sınıf perspektifini korumak kilit noktadır.Burjuva ya da küçük burjuva önderlikler kendi görevlerini yerine getirdiklerinde bile, komünistler işçi sınıfı ve diğer yoksul kesimlerin çıkarlarını savunmaya, bağımsız sınıf perspektifini korumaya devam etmelidirler.

Burjuva-demokratik sorunlarla sosyalist devrimin sorunlarının iç içe geçmiş olması, tarihsel gelişimin eşitsiz doğasının bir sonucudur. Fakat ulusal sorun söz konusu olduğunda esas ayrım noktası ezilen ulusun emekçilerine demokratik bir talep olarak kendi doğrularını bulma hakkını tanımaktır, yani ezen ulusun ezilen ulusu zorla kendi sınırları içinde tutmasına karşı olmaktır. Bu nedenle UKKTH özünde ayrı devlet kurma hakkını tanımak demektir.

Komünistler “ulusal” sorunun ayrı bir ulus-devlet kurma sorunu olduğunu, yani siyasi bağımsızlık sorunu olduğunu ve bunun kapitalizm sınırları içinde çözülebileceğini kabul ederler. Fakat kitlelerin “ulusal” sorun derken bu iç içe geçmiş sorunlar bütününü –yalnızca ulusal sömürüyü değil, sınıfsal sömürüyü de– kastettiklerini bilirler. Bu nedenle, başlayan hareket burjuva sınırlar dâhilinde kaldığı müddetçe gerçek bir kurtuluş (yalnızca ulusal değil, her türlü sömürünün ortadan kaldırılması) olamayacağını da söylemekten geri durmazlar. Şu ikisi kol kola gider: Kitlelerin demokratik haklarını kullanmalarını tanıyarak bu uğurda ezen ulus burjuvazisine karşı onları koşulsuz desteklemek ve ezilen ulusun işçi ve emekçilerine bütün sömürücülere karşı birlikte sınıfsal temelde mücadele çağrısında bulunmak, sorunların gerçek çözümünün buradan geçtiğini söylemek.

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol