Kürt Ulusal Hareketi

Kürt Ulusal Hareketinin Geçmişine Kısa Bir Bakış

Kürtler dünya üzerinde kendi devleti olmayan en büyük halklardan biridir. Yıllar boyunca şu ya da bu egemen güç tarafından dizginsiz bir sömürüye, baskıya, şiddete maruz bırakılmış, buna paralel olarak açlığa ve sefalete itilmiş, bu nedenle de adı isyanla, inatla ve direnişle özdeşleşmiştir. Ne var ki uygulanan baskılar ve şiddet bölgenin ekonomik açıdan geri kalmışlığıyla kol kola gittiğinden, Kürt halkı yakın döneme kadar ulusal hareketi örgütleyecek bir güç çıkartamamış, böylece belirli aralıklarla gerçekleşen birçok ayaklanma yalıtık kalmış ve kısa sürede bastırılmıştır. Kürt halkının tarihsel hafızasında ismi isyanla özdeşleştirilen onca isim olmasına karşın, gerçek ulusal hareketin başlangıcını PKK tarihiyle eş tutmak yanlış olmaz.

PKK hareketi ilk çıktığı günden beri Türk burjuvazisi için müthiş bir korku kaynağı olmanın yanı sıra, farkında olarak ya da olmayarak, Türkiye’deki komünistler arasında muazzam bir kafa karışıklığına da yol açmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya üzerinde kendisine müttefikler arayan Stalinizmin ulusal sorun konusunda yarattığı kafa karışıklığı dışında, ülke içindeki gelişmeler de bu karışıklığın ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Türkiye’deki militan işçi mücadelelerinin 12 Eylül faşizmiyle bastırılmasının ardından çöken ve ideolojik gericiliğin, muazzam bir depolitizasyonun ve umutsuzluğun hâkim olduğu yıllarda Türk burjuvazisine karşı isyan bayrağını yükselten tek örgütlü gücün PKK ulusal hareketi olması nedeniyle de ilk baştan itibaren yanlış bir değerlendirme ve dolayısıyla da tutum ortaya çıkmıştır. Doğu Bloğu ülkelerindeki sözde “sosyalist” rejimlerin çökmeye yüz tutmuş olması nedeniyle Stalinist sol yeni umut bayrağı olarak ulusal hareketi seçmiştir.

Bu çerçevede, aşağıda başka boyutlarını da ele alacağımız Kürt sorununun PKK hareketiyle birlikte önemli bir değişim yaşadığını söyleyebiliriz. TC’nin kuruluş yıllarından itibaren baskı altında tutulan Kürt halkının ulusal sorunu sahiplenmeye başladığı dönem Türkiye’de kapitalizmin büyük bir gelişme evresine girdiği yıllara tekabül ediyor. Ulusal sorunun burjuva-demokratik özünü burada da görmek mümkündür: Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesine paralel olarak Kürt bölgelerindeki ve metropollerdeki Kürt aydınlarında gerçek anlamda bir ulusal bilinç uyanmaya başlamıştır. 1950′lerden sonra başlayan sanayileşme hamlesi ve ülke içinde piyasa ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte, ülkenin farklı yörelerinde burjuva çağına ait kitle hareketleri aynı dönemde ortaya çıkmıştır. Egemen sınıfa karşı yürütülen bu mücadelelerin bir ayağı işçi hareketiyken, diğeri de ulusal kurtuluş hareketi olmuştur.

Geçmişte TC devletinin inkâr ve imha politikalarından duyulan rahatsızlığın dışavurumu olarak sayısız Kürt ayaklanması gerçekleşmiş olmasına karşın, bu görüşler (ulusal sorun bilinci) ilk kez kapitalist üretim ilişkilerinin Türkiye’de hatırı sayılır ve Kürt illerinde de nispeten önemli bir gelişim kaydettiği 1960′lardan itibaren geniş bir yankı bulmuş, hepsinden önemlisi örgütlü ve demokratik bir ifade kazanmıştır. Bu dönemde metropollerde yeni toplumsal ilişkileri yakından gözlemleme imkânı bulan Kürt üniversite öğrencileri ve genel olarak Kürt aydınları bu görüşleri ilk formüle eden kesimler olmuşlardır. Maddi yapıdaki değişim toplumsal düzeyde de yansımasını bulmuştur.

Bunda şaşılacak bir yön yoktur. Ulusal sorun, doğası gereği, sözcülerini öncelikle burjuva ya da küçük burjuva kesimler ve aydınlar arasında bulur. Mülkiyet ve üretim ilişkilerinin değişmesiyle birlikte kendi toprakları üzerinde tutunmak isteyen küçüklü büyüklü mülksahipleri ve korunma talep eden köylüler ortak bir pazar arayışının ifadesini ulusal sorunda cisimleştirir ve toplumun diğer kesimlerini küçük burjuva aydınların programı temelinde kendi etraflarında kümelerler. Gelişkin bir burjuvazinin ve proletaryanın olmadığı koşullar altında da mevcut Kürt hareketinin başını bu küçük burjuva kesimler çekmiştir.

Bir hareketin bileşenlerini oluşturan kişilerin toplumsal kökenleri o hareketin sınıfsal niteliğini doğrudan belirlemez. Unutmamak gerekir ki bilimsel sosyalizm düşüncesi de işçi hareketinin ve üretim ilişkilerinin içinden çıkmış olsa da, sistematik ifadesini küçük burjuva ve burjuva aydınlar arasında bulmuştur. Bu yüzden bakılması gereken şey söz konusu hareketin programıdır, ama tek başına program da yeterli değildir. Devrimci programın zarureti dışında örgütlenme tarzı ve kitle tabanı da esastır.

Bu açıdan baktığımızda ortaya çıktığı dönemde birçok radikal söylemi de olan, net, istikrarlı ve kesin olmamakla birlikte bölgedeki toprak ağalarına karşı da tutum alan PKK hareketinin ilk baştan itibaren küçük burjuva radikal bir örgütlenme, devrimci-demokrat nitelikte bir yapı olduğunu söylemek mümkündür. Bu söz konusu hareketi küçümsemek ya da kendi kaderini tayin hakkını reddetmek için gerekçe olabilecek bir görüş değildir, yalnızca durum tespitidir. Ancak bu tespitten sonra mevcut hareketin o günkü (ve elbette sonraki) müttefik arayışlarını ve hamlelerini anlamak ve bugün için somut perspektifler belirlemek mümkün hale gelebilir.

Oysa devrimci harekette o gün yapılan ve bugün de ısrarla devam ettirilen yanlış değerlendirmelerde bu radikal ulusal kurtuluş hareketine boyundan büyük anlamlar yüklenmiş, kendi sınıfsal çizgisindeki (önce) sola, (sonra) sağa doğru kaymalar sınıfsal hat değişikliği ve dolayısıyla da “döneklik” diye adlandırılmıştır.

Bunu irdelemeden önce, Kürt sorununun son çeyrek yüzyıllık tarihi boyunca devrimci hareket içinde hâkim olan iki ana eğilimi ya da kuyrukçuluk tarzını saptamak gerek. Birisi, PKK hareketinin sosyalizme görünüşteki bağlılığını göklere çıkarıp, kitlelerde yanılsama uyandırarak destek gösteren kuyrukçularken (sonrasında bunların bir kısmı “sosyalist” olmaktan vazgeçildiği gerekçesiyle “eleştiri”ye geçip küsmüş, diğer kısımsa yeni anlayışa çarçabuk uyum sağlayıp Kürt milliyetçiliği yapmaya başlamıştır), diğeri de Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını tanımak için sosyalist olmalarının gerekmediği doğrusunu tek doğru kabul eden, ama tepki görürüm kaygısıyla gerçek kurtuluş için sosyalist olmanıngerekli olduğunu söylemeyen, ajitasyon ve propagandasının merkezine bunu koymayan, yani ulusal sorunu proleter devrimine tabi kılmayan kuyrukçulardır.

İki kutuplu dünyada müttefik arayışını SSCB’den yana kullanan devrimci-demokrat bir önderlik karşısında Stalinist Türk solu büyük hayaller kurmuştu. Nasıl kurmasın ki? SSCB’deki ağababaları Asya ve Afrika’da işçi-emekçileri ağır bir sömürüye maruz bırakan ve bizdekine nazaran görülmemiş boyutlarda baskı uygulayan devletleri hiç utanmadan “sosyalizm” diye nitelendirmemiş miydi? O günlerin hatırası olarak bugün de bazı ülkelerin resmi adı hâlâ sosyalist sıfatıyla bezeli değil mi? (Yani “yeni sosyalist” Chávez’in İran ve Ahmedinecad konusundaki tutumunun 21. yüzyıl sosyalizmiyle bir alakası yok; onunkisi tastamam 20. yüzyıl “sosyalizmi”!)

Oysa Angola, Mozambik gibi ülkeler o dönemde ne kadar sosyalisttiyse, PKK de ilk çıktığı dönemde o kadar sosyalistti. PKK tipik bir ulusal hareket olarak toplumun bütün katmanlarını kucaklamaya çalışmış ve mesela Çeçen ulusal hareketi gibi sağcı-gerici bir programdan ziyade, hepsinin taleplerini sol nitelikli bir programda birleştirmeye çalışmıştı. Stalinist sol açısındansa bunun bir anlamı yoktu. Onlara göre PKK hareketi sonuna kadar sosyalist bir hareketti, sosyalizm hedefini önüne koymuştu vb.

Bu yanlış değerlendirme çok değil bir müddet sonra tarihin duvarlarına çarptı. SSCB’deki hayali sosyalist şatoları çökünce bu kez ihtiyaçlarını küçük burjuva Kürt hareketiyle dindirmeye çalışan envai çeşit Stalinist akım; “Marksist-Leninist” yaftasının artık bir getirisi olmadığını görünce diğer yöne manevra yapan PKK hareketinden bir kez daha hayal kırıklığına uğradı. Yıllardır besledikleri hayalleri boşa çıkaran ve bir türlü hakiki sosyalist olmayan, Türkler o kadar akıl vermesine karşın “sosyalist devlet” kurmayan Kürt hareketi bu sefer ayrılmak istemiyordu. Bunlar dayanılır gibi değildi!

Oysa hayal dünyasının dışındaki gerçek hayatta sınıfsal bir saf değişikliği yoktu. Nasıl ki reformist bir işçi partisinin programında yazan her şeye ya da dile getirdiği her söyleme inanıp buna göre saf belirlemiyorsak, burada da benzer bir durum söz konusudur. Sosyalizm soyut bir söz değildir. PKK, mülksahiplerine güvensizlik temelinde, hareketinin ana eksenine Kürt işçilerini ve yoksul köylüleri koyup, işçi sınıfının hegemonyasında diğer emekçi kesimleri ve öncelikle de toprağa ve onu kullanmak için gerekli üretim araçlarına aç yoksul köylülüğü devrimci program temelinde arkasına takıp, Kürt işçilerle Türk işçilerin mücadelesini ortaklaştırma yoluna gitmemişti. Keza Kürt sorununun yaşandığı diğer ülkelerdeki Kürt (ve diğer milletlerden) işçi ve emekçilerin ortak mücadelesi de programda yoktu. Yine, Suriye’de nüfusun yüzde onuna yakın bir kesimini oluşturan ve Türkiye’deki Kürtler gibi başka bir devlet tarafından ezilen Suriye’deki Kürt emekçileri, başka sınıflardan müttefik arayışı nedeniyle üvey evlat muamelesi görmüştü. Tekrar belirtmekte fayda var, bir ulusal hareket olarak meşruiyet kazanması için tüm bunları yapması bir zorunluluk değildi, bugün de değildir.

Bir ulusal hareketi devrimci sosyalist bir akım olarak nitelendirebilmek için asgari iki şart vardır: Yürütülen mücadelenin hegemonyasını ya da önderliğini nicel ya da nitel küçüklüğüne bakmaksızın işçi sınıfına vermek ve ezilen ulusun işçi ve emekçilerinin mücadelesini ezen ulusun işçi ve emekçilerinin mücadelesiyle devrimci bir program temelinde ortaklaştırmak. Aşağıda bunun tarihsel bir örneğini vereceğiz. Oysa PKK hareketi hiçbir zaman bu nitelikte olmadı, aksine her zaman bir “halk hareketi” olarak kaldı.

Elbette bu “halk hareketi” niteliğinin iki yönü var. Bu iki yön hem PKK’nin geçmişteki ve günümüzdeki bütün Kürt hareketlerini nasıl geride bıraktığını hem de bugün yaşadığı tıkanıklığı açıklar. PKK’nin halk hareketi niteliği, önderliğinin geleneksel Kürt aşiretlerinden ya da zenginler arasından türememiş olması, aksine 1970′lerdeki sosyalist hareketin içinden çıkmış olması ona hiçbir Kürt önderliğinin elde edemediği bir halk teveccühü kazandırmış, yalnızca Türkiye’deki değil, diğer ülkelerdeki Kürtler arasında da büyük bir sempati uyandırmıştır. Bu işin bir yanıdır. Diğer yanıysa bir halk hareketi, yani farklı sınıflardan mürekkep bir ulusal hareket olarak toplumdaki farklı sınıfların özlemlerini ve taleplerini birleştirmeye çabalayan, bunları sınıfsal bir program etrafında bir araya getirmeyen bir hareket olarak zamanında yaşadığı sıçramalı büyümenin sonradan sıkıntısını çekmeye başlamış olmasıdır. Her zaman olduğu gibi hareket büyüyene kadar bütün kesimler (sınıflar ya da sınıfsal gruplar) sabretmiş, tepe noktasına varıldığında “zafer”in kendi hakkı olduğunu, çektiği cefaların meyvesini yemek istediğini dillendirmeye başlamıştır.

Başka yazılarda da altını çizdiğimiz bir hususu tekrardan kısaca belirtmek gerekirse: Kitle hareketleri ya da halk hareketleri daha baştan somut, devrimci bir program etrafında bir araya gelen devrimci bir önderlik tarafından oluşturulmadığı sürece, deyim yerindeyse, kendi kaderlerini ellerinde tutamazlar. Kendi programını uygun adımlarla takip etmeyen, büyüme çizgisi genel anlamda kendi denetiminde olmayan bu tür kitle hareketleri, yaslandıkları işçi ve emekçi kitlelerin alttan bastırmasıyla bulundukları yerden daha sola savrulabilirler–elbette bunun tam tersi de geçerlidir. Bu hareketlerin yaşadığı değişiklikler ya da dönüşümler gerçek anlamıyla bir sapma değildir, aksine kendi doğal gelişim çizgilerinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Nitekim PKK hareketi de böyle bir büyüme süreci yaşamış, geniş kitleleri etrafına takmış, sol söylemini sivrileştirmiş, ama SSCB’nin dağılma sürecine de paralel olarak –elbette bunun doğrudan bir yansıması olarak değil– kendi iç çelişkileri açığa çıkmış ve paralelinde orak-çekiç figürleri ve ML yaftaları sandıklara kaldırılmıştır. Bunu gururuna yediremeyen Türk soluysa kızgınlığın ürünü tutumlar geliştirmiş, Kürt halkında da buna karşı (ve onlara kızıp sosyalist çözüme karşı) tepkiler oluşmuştur.

Oysa ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını programına koymuş olan Lenin dönemindeki Komünist Enternasyonal, komünist olmayan ulusal kurtuluş hareketlerinin komünist renklere boyanmasına karşı kararlı bir mücadele yürütülmesi gerektiğini özellikle belirtmişti. UKKTH ile proleter enternasyonalizminin çatışmaması buna bağlıdır. Bu perspektif komünist hareketle ulusal hareketin ezen ulus burjuvazisine karşı ortak mücadele yürütmesini dışlamıyor, aksine her zamanki gibi “ayrı yürüyüp birlikte vurmak” gerektiğini savunuyordu. Fakat bunun bir ön şartı olarak, başlangıç aşamasında bile olsa işçi sınıfı hareketinin kendi bağımsız örgütlülüğünü koruması, devrimci safları ve kitlelerin zihnini ne olursa olsun bulandırmaması gerektiği belirtiliyordu.[9]

Oysa PKK hareketi konusunda da tıpkı diğer ulusal kurtuluş hareketleri gibi hayallere kapılan ve nemalanma kaygısıyla “sosyalist”liğine vurgu yapan devrimci hareketler, yıllarca besledikleri umutlar SSCB’nin çöküş süreciyle birlikte boşa çıkınca aynı kızgınlıkla “sosyalist ol, ayrı devlet kur, yoksa hiçsin” demeye başladılar. Sanki ayrılmak istemeyen bir ulusun ayrılmasını savunmak komünistlere kalmış gibi. Sanki gönüllü temellerde olduğu müddetçe komünistler büyük ve merkezî devletlerden yana değillermiş gibi. Devrimci hareketin gerek nesnel gerekse de öznel nedenlerle Kürt hareketini gerekli şekilde analiz edememesi ve uygun bir yaklaşım sergileyememesi nedeniyle, Kürt işçi ve emekçilerinde de sosyalistlere karşı genel anlamıyla bir güvensizlik, haklı bir şüphecilik oluşmuştur.

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol